7 Ocak 2008 Pazartesi

"KÂLBİMİN KUZEY KAPISI TRABZON" / Göktürk Ömer ÇAKIR


“Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır” demiş Ahmet Hamdi Tanpınar. Şehirler her biri ayrı bir ruh taşıyan ve içinde yaşayanlara havaya, toprağa, suya, sokağa, mimariye üflediği bu ruhu aksettiren; onları kendisine âit, kendisiyle ilişkili kılan kuvvetli bir duygusal varlığa sâhiptir. Aşka sebep aramanın temelinde de bu duygusal varlığın yarattığı âidiyet ve bağlılık hissi yatıyor olsa gerek. Şehrin doğuşunu açıklayan karmaşık ekonomik ilişkiler, uzmanlaşmış iş gücü, merkezî idâre gibi mekanik varsayımların topluluk ruhunun zamanda ve uzamda yarattığı bu güçlü duygudaşlıktan, birikmiş anılardan, türlü yaşanmışlıklardan daha etkili olduğu söylenemez bile. Şehir ruhunu/kültürünü oluşturan, şehrin kendisinden katarak kimlik kazandırdığı bireyin yine şehre dönük soyut ve elle tutulamayan melankolisinden başka bir şey değildir kanımca.


Şehir kültürüne dönük yayınların sayısının artmış olması bu anlamda güzel; çünkü bütün bu “şehrengiz”lerin de bu kültürün esaslı bir unsuru olduğunu biliyoruz. Özellikle de sığ târihsel ve coğrâfî anlatıların dışına çıkıp şehre ilişkin ferdî kayıtların, gündelik hayâtı edebî kuvvet ve yetkinlikle anlatan kelimelerin kullanıma girmesiyle karşımıza bir sanat eseri, yazınsal bir yaratma eylemi, dolayısıyla “medenî” bir faaliyet alanı çıkıyor. Zaten bunun dışında kalanlar da kuru rehberlik bilgileriyle yüklü sıkıcı kitaplar olmaktan öteye gidemiyor.


Özellikle sevdiğim, yaşadığım, uğradığım, hâtıralar biriktirdiğim şehirlere ilişkin bu tür yayınları imkânlarım ölçüsünde toplamaya çalışırım. İstanbul kitapları, Erzurum kitapları, Trabzon kitapları… Bir grup, yaşadığım ve büyüdüğüm emperyal bir şehrin; bir grup, üniversite yıllarını geçirdiğim karlı bir şehrin; bir grup ise doğduğum ve fasılalarla da olsa konakladığım puslu bir şehrin hikâyeleriyle doludur. Bir kâlbe bu kadar aşk sığar mı sığmaz mı bilemem; ama bu şehirlerin hiçbirini sevmekten vazgeçmedim. Hepsinin bireysel târihimde ayrı yerleri, ayrı güzellikleri, ayrı hüzünleri taşıyan dramatik yanları var… Her biri hayat piyesimdeki salaş; fakat bana âit sahneler… İşte geçenlerde bu şehirlerden birini; Trabzon’u anlatan çok hoş bir kitap geçti elime. Yazarı Çiğdem Sezer. Benden 18 yıl önce, 1960 yılında Trabzon’da doğmuş, önünden sıkça geçtiğim şimdiki Sağlık Meslek Yüksek Okulu’nu, o zamanki adıyla Trabzon Sağlık Koleji’ni bitirip hemşirelik-öğretmenlik yapmış bir edebiyat kadını, şâir… Bir yandan öğretmenlik yapar ve kendi ihtisas alanında “kitaplı” bir eğitici olarak fayda sağlarken, diğer yandan birkaç şiir ödülü ve yine ödüllü bir romanın sâhibi velût, değer üreten bir insan. Hâliyle böyle bir insanın kaleminden çıkan bir şehir anlatısının da okunması ayrı bir tad veriyor. Çiğdem Sezer, geleceğe kalacak ve anlattığı şehrin kültüründe önemli bir unsur olarak yer edinecek bir yapıt koymuş ortaya: “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon.” Sâdece ismiyle bile beni çarpan ve okurken kendi kişisel geçmişime de yolculuk yapmamı sağlayan bu güzel çalışma için kendisini cânı gönülden kutlarım.


Trabzon ne güzel bir şehir… Topografyanın kendisine sunduğu imkânlarla büyüleyici niteliğini kazanmaz o sizin için. Orda bir yaşanmışlık ve bunu dile gelse anlatacak yollar, evler, izler saklıdır da onun için. Kimine göre adını, kuşbakışı masayı andıran fizikî yapısı dolayısıyla aynı anlama gelen Yunanca kökenli bir kelimeden; Amasya Tarihi yazarı Abdi-zade Hüseyin Hüsameddin Efendi’ye göre de yörede çok önceleri Turanlılar’dan Tibarenler’in yerleşik olmasından mütevellid "Tibaren" yahut "Tibaron" sözcüğünden yani Turanî bir kavimden alan Trabzon binyılların anılarını taşır.


Ege’nin doğu yakasındaki Miletli kolonicilerin Trapezus’u kurmalarından takriben 2700, Pompeius’un yumruğuyla Pontus’un yıkılmasından 2069, Aleksios Komnenos’un ihya eden eliyle şehrin dirilmesinden 799, II. Mehmed’in fethinden 542 yıl sonra (2003) bir 24 Eylül Çarşamba sabahı gerçek anlamda Trabzon’a ayak bastım. Bu, şehre ilk gelişim değildi. Bu tarihten 25 sene önce Karadeniz’in bulanık sularının dövdüğü bir kıyısında doğmuşum Trabzon’un. İmparator Herakleios’un ordugâhına ne kadar uzaktı bu Araklı sahili bilmiyorum; fakat ben bu Anadolu kuzeyinin toprağı ve iklimine aslında hiç yakın değildim. Çünkü salt doğmakla kalmıştım burada. 80’lerde anneannemin ölümüne kadar uzun aralıklarla ziyaret ettiğim Trabzon’a üniversite yıllarına dek bir daha uğramadım.


Şehir, hayatımda kendimi bildiğim yıllarda Erzurum’dan gezi amaçlı günübirlik yahut birkaç günlük ziyaretlerle ilk kez yer edindi.


2003 yılından sonra ise artık Trabzon’u seviyordum; lakin salt kan bağıyla değil duygu bağıyla... Şehri seviyordum. Ahmet Hamdi’nin çok sonraları öğrendiğim “Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır” sözünü doğrularcasına seviyordum. Yeni bir şehirde yeni bir kayıt... Burdan birileriyle beraber geçmiş olmanın sevinciyle seviyordum...

“Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır.”


Çiğdem Sezer’in kitabını okurken de bunun ayırdına vardım. Bu küçük şehirde benim de adımladığım müşterek mekânları; dünya görüşünü paylaşsam da paylaşmasam da, şehre katkılarıyla şehri yaratmış olan, âşinâ olduğum isimleri; şehir hayâtına dâir güzellemeleri; şehir kültürünü bozan çürümüşlükleri; hemşerilerimin öykülerini; hepsini, her satırda içimde büyüdüğünü hissettiğim bir sıcaklıkla ısınarak okudum.


Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Hasan İzzettin Dinamo, Celalettin Algan, Gündoğdu Sanımer, Haluk Ongan; Âşıklar Parkı, Meydan, Uzun Sokak, Ganita, Çömlekçi, Ayasofya; Trabzon Gazetesi, Kıyı Dergisi ve kente ilişkin pek çok isim, mekân, yayın, hâtırâ bana tekrar özletti Trabzon’u. Yağmurlu bir ekim gecesi, masa yoksunluğundan, rahatça çay içemediğimiz bir öğrenci evine taşımak üzere Trabzon Lisesi’nin karşısındaki, şimdi ismini anımsayamadığım; fakat önündeki “Necip Fazıl Okuma Salonu” yazısı belleğime kazınmış, bir caminin avlusundan yürüttüğümüz demir sehpa aklıma geldi. Gülümsedim. Çok sonraları önünden tekrar geçerken yere sâbitlenmiş yeni bir sehpânın avluya konmuş olduğunu gördüğümde gülümsediğim gibi gülümsedim.


Pek çok isim, bana kendi bildiğim isimleri hatırlattı. Sevgili kardeşim ve hemşerim; Trabzon'un yetiştirdiği aydınlık zihinlerden biri olan Mümin Sarı’nın bana hediye ettiği bir kitaba düştüğü notta adı geçen; “kitapları ‘Oscar almış kitap’ diye pazarlayan sahaf Hasan Acuner”i ve bu kitabın alındığı Saray Pasajı’ndaki Saray Kitapçısını anımsadım. Çiğdem Sezer içinde adımladığı kitapçılardan bahsettikçe, içinde saatlerimi geçirdiğim Beşikçi ve Derya Kitabevleri geldi aklıma.
Çiğdem Sezer’in Adorno’yu anıştırarak kitabı yazarken “anayurduna yaptığı yolculuğu”, ben de okurken kişisel geçmişime yapmış oldum. Kalemine sağlık.

Hiç yorum yok: